BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM Esselâmü aleyküm ve rahmetüllahi ve berekâtühü | |||||||
16 Mayıs 2014, Cuma | |||||||
Vehhâbîlik dini ve İslamiyet | |||||||
| |||||||
Sual: Selefî olduğunu söyleyen bir genç, (Tasavvuf dini, İslamiyet’ten ayrı bir dindir. Evliya olarak millete anlatılan kimselerin hepsi, şeytanın evliyasıdır. Şeytanın evliyası olan bir tarikatçı, bir sofi, kâfir Firavun’un imanla öldüğünü söylüyor. Tasavvuf dinine mensup olan herkes kâfirdir) diyor. Bu Selefîler, hangi dine, hangi mezhebe mensuptur? Tarikatçılar, Firavun’a Müslüman mı diyorlar? CEVAP Bu suale bir seferde cevap verilirse çok uzar. Dört yazıyla cevap vermeye çalışalım. Selefîlik, Vehhâbîlik dininin kamufle adıdır. Selefî denilen kimselerin, (Selef-i sâlihîn) denilen büyük zatlarla hiçbir alakası yoktur, hepsi Vehhâbî’dir. Selefîler, dört hak mezhepten birinde değildir, yani mezhepsiz kimselerdir. Vehhâbî dinine mensup olanların kâfir oldukları, Nimet-i İslam, Hülasat-ül-kelam fi beyani umerail beledil-haram, Firreddi alel-Vehhabiyye, Ed-Dürer-üs-seniyye, Şevahid-ül-hak, Mirat-ül-haremeyn, Tarih-i Vehhabiyan ve İslam Ahlakı gibi birçok muteber kitapta yazılıdır. Farklı bir inanca sahip oldukları hâlde, kendilerine mezhepsiz denmesin diye, (Biz Muhammedîyiz) diyenler de, dört hak mezhebi kabul etmezler. Şimdi suale dört başlık altında cevap verelim: 1- Dinde iş bölümü, 2- Tasavvuf nedir? 3- Vehhâbîlerin evliya düşmanlığı, 4- Firavun kâfir olarak ölmüştür. 1- Dinde iş bölümü: Resulullah'ın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” irşad vazifesi, üç kısımdı: 1- Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yaptırmaktı. Buna saltanat denir. 2- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmekti. 3- Kalbleri temizleyerek güzel ahlakı yaymaktı. Buna, ihsan dendi. Hulefa-i Raşidin, bu üç vazifeyi birlikte yaptı. Sonra gelen sultanlar, yalnız saltanat vazifesini yaptılar. Öğretmek vazifesi, mezhep imamlarına, ihsan vazifesi de tasavvuf büyüklerine verildi. (İzale-tül-hafa) İmanı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi yani İslâmî hükümleri bildirme vazifesi, din imamlarına [müctehid zatlara] verildi. Bu müctehidlerden imanı bildirenlere mütekellim, fıkhı bildirenlere fakih denildi. Kur’an-ı azimüşşanın mânevî ahkâmına kavuşturma vazifesi de, tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırri-yi Sekati gibi tasavvuf ehli zatlar bunlardandır. Ahkam-ı diniyyeyi kuvvet ile, saltanat ile yaptırmak işi, meliklere ve sultanlara verildi. İmam-ı Şa’rânî hazretleri, buyuruyor ki: Fıkıh bilgilerinin mütehassısı ve fıkıh ilminin kurucusu olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife, Abdülkadir-i Geylânî hazretleri gibi kerametlere sahip büyük bir veli idi. Fakat, kalb mârifetlerini yaymak, ruhları temizlemek vazifesini üzerine almayıp, bedenle yapılacak ibadetleri yani fıkıh bilgilerini yaymak vazifesini, üzerine almıştı. Yetiştirdiği müctehidler de böyleydi. (Mizan-ül kübra) (Her yüz senede bir müceddid gelir) hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, her yüz senede bir müceddid çıkıp, dini kuvvetlendirdi. Birinci yüzyılda, Ömer bin Abdülaziz, meliklerin zulümlerini kaldırıp, adaletin esaslarını kurdu. İkinci yüzyılda, İmam-ı Şâfiî, iman bilgilerini açıkladı ve fıkıh bilgilerini ayırdı. Üçüncü yüzyılda imam-ı Eş’arî, Ehl-i sünnet bilgilerini şekillendirdi ve bidat sahiplerini susturdu. Dördüncü asırda Hâkim, Beyhekî ve diğer muhaddisler, hadis ilminin temellerini kurdular. Beşinci asırda İmam-ı Gazâlî yeni bir çığır açıp, fıkıh, tasavvuf ve kelam bilgilerinin birbirlerinden ayrı şeyler olmadıklarını açıkladı. Altıncı asırda, İmam-ı Râzî, kelam bilgilerini, İmam-ı Nevevî de fıkıh bilgilerini yaydı. Onuncu asırda da İmam-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri temizledi, fıkıhla tasavvufu birleştirdi. Bunlar birer örnektir. Başka âlimler de bu vazifeleri yapmışlardır. İmam-ı a’zam, imam-ı Ebu Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylânî gibi büyük evliya zatlardı. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani her biri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmasını, (O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!) sözüyle bildirdi. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, (Evliyalık makamı)’nın en son derecesine kavuşmuştur. Çünkü İmam-ı a’zam Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte, (Âlimler peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemalde, yani zirvedeydi. Vehhâbîler, sırf tasavvufu, yani evliyalığı, kerameti inkâr etmek için, (Ebu Hanife, “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözünü söylemedi) diyorlar. Bununla ilgili, Din kitaplarındaki vesikaları da inkâr ediyorlar. Mesela Mektubat-ı Rabbânî’nin ikinci cilt 61. Mektubunda, İmam-ı a’zam hazretlerinin bu sözü bildiriliyor. Âriflerin ışığı, velilerin önderi, İslam’ın bekçisi, Müslümanların baş tacı, müctehid ve İslam âlimlerinin gözbebeği olan ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi evliyanın en büyüklerinden olan bir zata değil de, Vehhâbî çömezlerine inanmak büyük ahmaklık olur. (Yarın: Tasavvuf nedir?) Twitter’da paylaş | Facebook’ta paylaş | |||||||
Gıybet âfeti Dedikodu gıybettir, şiddetli bir âfettir, Toplumları yıkan büyük bir felakettir. | |||||||
Bugünkü ilahi: | |||||||
Dini sualler için | Üye olmak için Üyelikten ayrılmak için: Google | Yahoo Mail grubu sayfası: Google | Yahoo www.dinimizislam.com | www.mehmetalidemirbas.com | www.myreligionislam.com | |||||||
15 Mayıs 2014 Perşembe
* Vehhâbîlik dini ve İslamiyet
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder